MAR
1.0
Giriş
Antonio
Gramsci'nin düşünce sistemi, 20. yüzyılın başlarındaki derin bir tarihsel
sorunsal üzerine inşa edilmiştir: 1917 Ekim Devrimi'nin ardından, devrimci
dalganın özellikle Almanya ve İtalya gibi gelişmiş kapitalist Batı Avrupa
ülkelerinde neden başarısızlığa uğradığı. Faşizmin yükselişine ve işçi
hareketlerinin yenilgisine bizzat tanıklık eden Gramsci, teorisini bu tarihsel
yenilginin nedenlerini anlamak ve aşmak üzerine kurmuştur. Onun temel derdi,
işçi sınıfının iktidarı ele geçirebileceği sosyalist devrimin koşullarını,
stratejilerini ve araçlarını modern kapitalist toplumların karmaşık yapısı
içinde yeniden düşünmekti.
Bu
arayış, Gramsci'yi İkinci Enternasyonal'in mekanik ve ekonomist Marksizm
anlayışından köklü bir kopuşa yöneltmiştir. Tarihin "otomatik" bir
şekilde sosyalizme ilerleyeceği ve ekonomik krizlerin kendiliğinden devrimci
bir bilinç yaratacağı şeklindeki determinist yaklaşımları reddeden Gramsci,
teorinin pratikle, felsefenin ise stratejiyle bütünleştiği bir praksis
felsefesi vurgusu yapmıştır. Ona göre devrim, sadece nesnel koşulların
bir sonucu değil, aynı zamanda bilinçli, örgütlü ve stratejik bir müdahalenin
ürünüydü.
Bu
analizin omurgasını, Gramsci'nin modern iktidar ilişkilerini ve devrimci
stratejiyi anlamak için geliştirdiği birbiriyle ilişkili temel kavramlar
oluşturacaktır. Metin boyunca sırasıyla şu kavramlar incelenecektir:
• Hegemonya: İktidarın
zor ve rıza diyalektiği.
• Bütüncül
Devlet: Siyasal toplum ve sivil toplumun organik birliği.
• Sivil
Toplum: Hegemonyanın inşa edildiği siperler alanı.
• Pasif
Devrim ve Mevzi Savaşı: Batı'ya özgü devrim stratejileri.
• Organik
Aydın: Karşı-hegemonya mücadelesinin entelektüel aktörleri.
• Modern
Prens: Devrimci partinin kolektif irade olarak rolü.
Bu
kavramsal çerçeve, Gramsci'nin düşüncesini şekillendiren tarihsel ve teorik
zeminin anlaşılmasıyla daha da anlam kazanacaktır.
2.0
Tarihsel ve Teorik Zemin: Gramsci'nin Dünyası
Gramsci'nin
teorilerini, içinde yaşadığı çağın stratejik bir laboratuvar olarak görülmesi
gereken tarihsel konjonktüründen bağımsız anlamak mümkün değildir.
Kapitalizmin Fordizm/Amerikanizm ile yeniden yapılandığı,
liberal demokrasilerin krize girdiği ve faşizmin bir kitle siyaseti olarak
yükseldiği bir "karmaşık dünya", onun karmaşık teorisinin de zeminini
oluşturmuştur. Bu dönem, Gramsci'nin modern iktidar mekanizmalarını ve sınıf
mücadelesinin yeni biçimlerini analiz etmesi için somut bir alan sunmuştur.
Gramsci'nin
yaşadığı dönemin temel özellikleri, onun kavramsal cephaneliğini doğrudan
şekillendirmiştir:
• Pasif
Devrimler Çağı: Gramsci'ye göre 1789 Fransız Devrimi'nin Jakobenler
öncülüğünde kitleleri harekete geçiren "aşağıdan devrim" karakteri,
19. yüzyılda yerini "yukarıdan dönüşümlere" bırakmıştır. Hâkim
sınıflar, devrimci bir kitle mobilizasyonunun riskini almaktan kaçınarak, kendi
aralarında ittifaklar kurarak (örneğin toprak sahipleri ve sanayi sermayesi)
devletleri ve toplumsal yapıları dönüştürmüşlerdir. Bu "pasif devrim"
çağı, devrimci stratejinin de yeniden düşünülmesini zorunlu kılmıştır.
• Ulus-Devletin
Yükselişi: 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren bürokrasinin
gelişmesi, eğitimin ve sağlığın kitleselleşmesi gibi süreçlerle birlikte
ulus-devlet, toplumun "kılcal damarlarına" nüfuz eden bir
organizasyon haline gelmiştir. Devlet artık sadece uzak bir baskı aygıtı değil,
kendi nüfusunu tanımak ve yönetmek için istatistiği temel
alan, bürokratik yapılar aracılığıyla toplumu şekillendiren bir güçtür.
• Demokrasinin
Çelişkili Genişlemesi: Bu dönem, bir yandan oy hakkının genişlemesiyle
kitlelerin siyasal sisteme dahil olduğu, diğer yandan ise parlamentoların
giderek etkisizleştiği çelişkili bir sürece tanıklık etmiştir. Sermayenin
merkezileşmesi ve finans kapitalin yükselişiyle birlikte,
stratejik kararlar parlamento dışındaki bürokratik ve kapalı komisyonlarda
alınmaya başlanmıştır. Bu durum, parlamenter demokrasinin işleyen bir mekanizma
olmaktan çıktığına işaret ediyordu.
• Sağ
Kitle Siyasetinin Doğuşu: Kitle mobilizasyonu, artık sadece solun ve
işçi hareketinin bir aracı olmaktan çıkmıştır. Louis Bonaparte ve Bismarck gibi
figürlerle başlayan süreçte sağ, milliyetçilik ve antisemitizm gibi
mekanizmaları kullanarak kitleleri kendi siyasal projeleri etrafında harekete
geçirmeyi öğrenmiştir. Bu "proto-faşist" gelişmeler, sınıf
mücadelesinin karmaşıklığını ve çok yönlülüğünü ortaya koymuştur.
Bu
tarihsel zemin, Gramsci'nin teorik kopuşunun da temelini oluşturur. Kautsky ve
İkinci Enternasyonal Marksizmi, işçi sınıfının birliğinin ve iktidara
yürüyüşünün kapitalizmin gelişimiyle "otomatik" olarak
gerçekleşeceğini varsayıyordu. Buna karşılık Gramsci ve Lenin gibi düşünürler,
işçi sınıfının milliyetçilik, din, etnik köken gibi unsurlarla nasıl
parçalandığını ve hâkim sınıfların siyasetlerine nasıl angaje olabildiğini
görmüşlerdir. İşçi sınıfının birliği verili değil, inşa edilmesi gereken bir
hedefti.
İşte hegemonya kavramı,
tam da bu parçalanmışlığa ve otomatik ilerleyiş fikrinin iflasına bir yanıt
olarak, işçi sınıfının kendi içinde ve diğer tabi sınıflarla birlikte nasıl bir
siyasi-kültürel birlik kurabileceği sorusuna bir çözüm arayışı olarak
geliştirilmiştir.
3.0
Hegemonya: İktidarın Diyalektiği (Zor/Baskı ve Rıza)
Hegemonya
kavramı, Gramsci'nin düşünce sisteminin merkezinde yer alan ve onun bütün
teorik yapısını birleştiren kilit taşıdır. Bu kavram, basit bir kültürel
hakimiyet veya ideolojik manipülasyonun çok ötesinde, bir sınıfın iktidarını
nasıl kurduğunu, meşrulaştırdığını ve sürdürdüğünü açıklayan diyalektik bir
mekanizmadır. Hegemonya, bir sınıfın kendi düşmanının taktik ve stratejilerini
anlamak ve ona karşı kendi stratejisini geliştirmek için tasarlanmış devrimci
bir analiz aracıdır.
Gramsci'nin
hegemonya analizinin temel bileşenleri şunlardır:
• Zor/Baskı
(Tahakküm) ve Rıza (Liderlik) Birlikteliği: Gramsci için modern
kapitalist toplumlarda iktidar, sadece devletin baskı ve zor aygıtlarıyla
(tahakküm) ayakta durmaz. İktidarın kalıcılığı, yönetilenlerin rızasının aktif
olarak üretilmesiyle mümkündür. Bu, bir "zor/baskı veya rıza"
ikilemi değil, "zor ve rıza" diyalektiğidir. Rızanın
sınırları aşıldığında veya kriz anlarında zor devreye girer, ancak
"normal" işleyişte iktidar, "güç ve rızanın birbirini karşılıklı
olarak dengelediği" bir birleşimle karakterize edilir. Hegemonya, salt
zora/baskıya dayalı tahakkümden (domination) bu yönüyle ayrılır.
• Entelektüel
ve Moral Liderlik: Hâkim sınıf, kendi tikel çıkarlarını toplumun
tümünün evrensel çıkarları gibi sunarak diğer sınıflar ve toplumsal gruplar
üzerinde bir entelektüel ve ahlaki liderlik kurar. Bu liderlik sayesinde, tabi
sınıflar kendi çıkarlarına aykırı olan bir düzeni içselleştirebilir ve onun
yeniden üretimine gönüllü olarak katılabilirler. Bu, sadece bir dayatma değil,
aynı zamanda karmaşık bir ikna ve yönlendirme sürecidir.
• Ekonomik
Boyut: Gramsci, hegemonyanın sadece etik-politik değil, aynı
zamanda ekonomik olmak zorunda olduğunun altını çizer. Hâkim
sınıf, kendi iktidarının özüne dokunmayacak şekilde, tabi sınıflara belirli
ekonomik tavizler vermek zorundadır. Fordist dönemde ücretlerin artırılması
veya sosyal politikaların geliştirilmesi, işçi sınıfını sisteme entegre etmenin
ve onun devrimci potansiyelini soğurmanın bir aracı olarak bu ekonomik boyuta
örnek teşkil eder.
Ancak
hegemonya asla tam, mutlak ve kapanmış bir süreç değildir. Her hegemonik yapı,
kendi içinde karşıtlıklar/paradokslar barındırır ve her zaman dışında kalan,
temsil edilmeyen toplumsal gruplar bırakır. Bu "açık" ve paradoksal
doğa, tam da karşı-hegemonya mücadelesinin imkanını yaratır.
Hegemonya
inşası, soyut bir alanda değil, toplumun somut kurumlarında ve ilişkilerinde
gerçekleşir. Bu da bizi Gramsci'nin genişletilmiş devlet teorisine, yani sivil
toplum ve siyasal toplum ayrımına götürür.
4.0
Bütüncül Devlet (Stato Integrale): Siyasal Toplum ve Sivil Toplum
Gramsci'nin
devlet teorisi, devleti sadece hükümet, ordu, polis ve yargı gibi zor/baskı aygıtlarından
ibaret gören geleneksel Marksist analizlerden stratejik bir kopuşu temsil eder.
Modern kapitalist toplumlardaki iktidarın karmaşıklığını ve direngenliğini
anlamak için devleti, sivil toplumu da içeren "bütüncül bir
devlet" (stato integrale) olarak kavramak gerektiğini savunur.
Bu
teorinin merkezinde, üst yapının iki temel momente ayrılması yatar:
1. Siyasal
Toplum (Devlet): Bu alan, hukuki ve siyasi zor/baskı aygıtlarını
içerir. Ordu, polis, bürokrasi ve hükümet gibi kurumlar aracılığıyla, rızanın
yetersiz kaldığı veya aşıldığı durumlarda doğrudan baskı ve tahakküm uygular.
2. Sivil
Toplum: Bu alan ise kilise, sendikalar, okullar, medya, dernekler gibi
"özel" olarak kabul edilen kurumların ve faaliyetlerin bütünüdür.
Liberal düşüncenin aksine Gramsci için sivil toplum, devletin karşısında özerk
bir alan değil, devletin bir parçasıdır. Sivil toplum, hegemonyanın inşa
edildiği, rızanın üretildiği ve yayıldığı birincil alandır. (Bize göre
“sivil toplum” devletin değil, kapitalist devlet, toplumsal ilişkilerin ve
kapitalist sınıf ile işçi sınıfı arasındaki iktidar ilişkilerinin bir
bileşenidir- MAR)
Bu
iki alan, birbirinden kopuk değil, diyalektik bir bütünlük içindedir.
Gramsci'nin meşhur formülasyonuyla:
Devlet
= Siyasal Toplum + Sivil Toplum
Bu,
başka bir deyişle, "baskı zırhıyla korunan hegemonya" anlamına
gelir. Sivil toplum, hâkim sınıfın ideolojisini ve dünya görüşünü yayarak bir
rıza ağı örerken, siyasal toplum bu ağı koruyan bir zırh işlevi görür. Bu
nedenle Gramsci, "gerçeklikte sivil toplum ve devlet bir ve aynıdır"
diyerek bu iki alanın organik bütünlüğünü vurgular.
İktidarın
sadece dar anlamda devlette değil, sivil toplumun geniş ve karmaşık siperler
sisteminde de kök saldığını gösteren bu genişletilmiş devlet anlayışı, devrimci
stratejinin de yeniden formüle edilmesini gerektirir. Bu durum, bizi doğrudan
doğruya mevzi savaşı kavramına götürür.
5.0
Batı'da Devrim Stratejisi: Mevzi Savaşı ve Pasif Devrim
Gramsci'nin
devrim stratejisi üzerine düşünceleri, meşhur Doğu-Batı ayrımı üzerine
kuruludur. Bu ayrım coğrafi olmaktan çok, devlet ve sivil toplum ilişkilerinin
yapısal farklılığına dayanan stratejik bir ayrımdır. Rusya gibi sivil toplumun
"ilkel ve jelatinimsi" olduğu Doğu'da, devrimci bir hücumla devlet
aygıtının ele geçirilmesi (manevra savaşı) yeterli olabilirdi. Ancak bu
stratejinin, militan pratiğinden ve Torino Fabrika Konseyleri deneyiminden
dersler çıkardığı Batı'da geçerli olması mümkün değildi. Zira Batı'da sivil
toplum, devletin arkasında yer alan karmaşık bir "tahkimatlar ve siperler
sistemi" haline gelmişti.
• Mevzi
Savaşı (Guerra di Posizione): Batı'daki devrimci strateji, sivil
toplumun bu siperlerinde (okullar, sendikalar, kültür kurumları, medya vb.)
yürütülen uzun soluklu bir karşı-hegemonya mücadelesi olmalıdır. Mevzi savaşı,
devlet aygıtına yönelik nihai bir "manevra savaşından" önce, sivil
toplumun ideolojik ve kültürel siperlerinin bir bir fethedilmesini gerektirir.
Amaç, siyasal iktidarı ele geçirmeden önce, işçi sınıfının toplumun entelektüel
ve moral liderliğini ele geçirmesidir.
• Pasif
Devrim (Rivoluzione Passiva): Gramsci, hâkim sınıfların devrimci
tehditleri soğurmak veya önlemek için kullandığı bir stratejiyi "pasif
devrim" olarak kavramsallaştırır. Bu, kitle mobilizasyonu olmaksızın,
"yukarıdan" gerçekleştirilen bir devrim veya “restorasyon”dur. Hâkim
sınıflar, devrimci potansiyeli etkisiz hale getirecek reformlar ve dönüşümler
gerçekleştirir. Bu kavramın en özlü ifadesi, Visconti’nin Leopar filmindeki
meşhur replikte bulunur: "Aynı kalması için her şeyin değişmesi
gerekiyor." Gramsci'nin analiz ettiği tarihsel örnekler
şunlardır:
◦ İtalyan
Birliği (Risorgimento): Kuzey sanayi burjuvazisi ile güneydeki toprak
sahiplerinin ittifakıyla, köylü kitlelerini dışlayarak gerçekleştirilen bir
"yukarıdan devrim". Bu süreç, siyasi elitlerin radikalleri ve
ılımlıları kendi içinde eriterek etkisizleştirdiği "transformizmo" pratikleriyle
karakterize olmuş, bu da hegemonik kapasitesi düşük bir devlet yaratmıştır.
◦ Fordizm: İşçi
sınıfını yeni bir üretim disiplini ve kitlesel tüketim toplumu içine entegre
ederek, onun devrimci potansiyelini yönetilebilir kılan bir yeniden yapılanma.
◦ Faşizm: İtalya'daki
"Kızıl İki Yıl" (Biennio Rosso) sırasında, Risorgimento'nun
yarattığı hegemonik kapasitesi düşük devletin işçi ayaklanmaları karşısında
girdiği hegemonya krizine bir yanıt olarak ortaya çıkmıştır.
Faşizm, kitle hareketlerini zorla ezerek ve devleti yeniden yapılandırarak
düzeni tesis etme girişimidir.
Bu
bağlamda mevzi savaşı, aslında pasif devrimin bu
"yukarıdan" ve kitleleri dışlayan taktiklerine karşı geliştirilmiş
bir karşı-stratejidir. Bu karşı-hegemonya mücadelesinin başarıya ulaşması ise
bu mücadeleyi yürütecek kolektif aktörlerin, yani entelektüellerin ve devrimci
partinin varlığına bağlıdır.
6.0
Karşı-Hegemonya İnşası: Entelektüeller, Kültür ve Praksis Felsefesi
Bir
karşı-hegemonya inşa etmek, Gramsci için sadece politik bir görev değil, aynı
zamanda derinlikli bir kültürel ve felsefi projedir. Tabi sınıfların, hâkim
ideolojinin etkisinden kurtulup kendi dünya görüşlerini yaratabilmeleri, bu
projenin merkezinde yer alır. Bu süreçte entelektüeller ve kültür, stratejik
birer mücadele alanı olarak öne çıkar.
Entelektüellerin
Rolü
Gramsci,
entelektüelleri toplumsal işlevleri açısından ikiye ayırır:
• Geleneksel
Entelektüeller: Rahipler, öğretmenler, bürokratlar gibi kendilerini
sınıflar üstü, bağımsız ve evrensel değerlerin taşıyıcısı olarak gören aydın
tipidir. Ancak bu "bağımsızlık" bir yanılsamadır; bu aydınlar,
tarihsel süreklilikleri ve mevcut kurumsal yapıları itibarıyla, farkında
olsalar da olmasalar da mevcut düzenin hegemonyasının yeniden üretilmesine
hizmet ederler.
• Organik
Entelektüeller: Yükselen bir sınıfın (burjuvazi veya proletarya) kendi
içinden çıkardığı, o sınıfın homojenleşmesini, kendi tikel çıkarlarının
bilincine varmasını ve bu çıkarları evrensel bir projeye dönüştürmesini
sağlayan örgütleyici entelektüellerdir. Proletaryanın devrimci bir özne haline
gelebilmesi, kendi organik aydınlarını—örneğin parti kadroları, sendika
örgütçüleri—yaratmasına ve yetiştirmesine bağlıdır. Bu aydınlar, sınıfın "içinde
yaşayarak" onu örgütleyen ve "daimî ikna edici" işlevi
gören aktörlerdir.
Kültür
ve "Entelektüel ve Moral Reform"
Kültür,
Gramsci için sınıflar mücadelesinin en önemli cephelerinden biridir.
Karşı-hegemonya, kitlelerin günlük düşünce biçimlerini dönüştürmeyi hedefleyen
büyük bir kültürel savaş anlamına gelir.
• Ortak
Duyu (Senso Comune) ve Folklor: Gramsci, halkın günlük, çoğu zaman
çelişkili, parçalı ve hâkim ideolojiden etkilenmiş dünya görüşünü "ortak
duyu" olarak tanımlar. Bu, eleştirilmeden kabul edilen, yerleşik
kanılardır. Ancak ortak duyunun içinde, pratik deneyimlerden kaynaklanan
"iyi nüveler" de bulunur. Devrimci siyasetin görevi, bu iyi nüveleri
bularak geliştirmek ve onları tutarlı, eleştirel bir dünya görüşüne, yani yeni
bir felsefeye dönüştürmektir. Folklor da benzer şekilde, alt sınıfların bastırılmış
ama direngen kültürel birikimini içerir ve bu dönüşüm için bir kaynak sunar.
• Praksis
Felsefesi: Gramsci için Marksizm, kitlelerin yeni "ortak
duyusu" haline gelecek olan praksis felsefesidir. Bu felsefe,
kitleleri entelektüel olarak bağımsız kılacak, onlara dünyayı anlama ve
değiştirme araçları sunacak yeni ve bütünlüklü bir dünya görüşü sunar. Bu
proje, tarihteki büyük kültürel devrimlere, örneğin Protestan Reformu'na veya
Fransız Devrimi'nin yarattığı aydınlanmacı dönüşüme denk, büyük bir "entelektüel
ve moral reform" projesidir.
Bu
iddialı karşı-hegemonya projesini örgütleyecek, yönetecek ve kolektif bir
iradeye dönüştürecek olan merkezi aktör ise "Modern Prens", yani
devrimci partidir.
7.0
Modern Prens: Parti ve İşçi Öz-Örgütlenmesi
Gramsci
için devrimci parti, sadece seçimlere giren veya taktik manevralar yapan bir
araç değil, karşı-hegemonya projesinin beyni, omurgası ve kolektif
örgütleyicisidir. Parti, tabi sınıfların parçalı ve dağınık iradesini
birleştirerek onu tarihsel bir güce dönüştüren stratejik aygıttır.
• Modern
Prens Metaforu: Gramsci, bu rolü açıklamak için Machiavelli'nin Prens'inden
esinlenir. Machiavelli'nin Prens'i, parçalanmış İtalya'da ulusal bir irade
yaratarak modern devleti kurma görevini üstlenen bireysel bir figürdü. Modern
çağda ise bu tarihsel görevi yerine getirecek olan "Modern Prens",
proletaryanın iradesini birleştiren, onu "kolektif bir irade" haline
getiren ve yeni bir devlet kurmayı hedefleyen devrimci partidir.
Partinin
stratejik işlevleri şunlardır:
• Kolektif
Entelektüel: Parti, praksis felsefesini geliştiren, yayan ve kitlelere
ulaştıran bir "kolektif entelektüel" işlevi görür.
İşçi sınıfının organik aydınlarını yetiştiren bir okul, onların teorik ve
pratik olarak gelişimini sağlayan bir laboratuvardır.
• Hegemonya
Aygıtı: Parti, işçi sınıfının sadece kendi içinde değil, aynı zamanda
diğer tabi sınıflarla (örneğin İtalya örneğinde güneydeki köylülükle) ittifak
kurmasını sağlayan ve bu ittifaka liderlik eden merkezi aygıttır. Bu ittifak,
karşı-hegemonya projesinin toplumsal temelini oluşturur.
Gramsci,
partiyi işçi sınıfının kendiliğinden ortaya çıkan öz-örgütlenme deneyimlerinden
kopuk, yukarıdan bir yapı olarak görmez. Aksine, partinin bu deneyimlerle
diyalektik bir ilişki içinde olması gerektiğini vurgular. Özellikle bizzat
içinde yer aldığı Torino Fabrika Konseyleri deneyimi, onun
için bu ilişkinin teorik ve siyasal laboratuvarıdır. Konseyler, işçilerin
üretim sürecini doğrudan denetlediği ve kendi kendilerini yönettiği embriyonik
işçi devleti formlarıydı. Parti, bu türden öz-örgütlenme yapılarının yerine
geçmez; aksine onları siyasi bir perspektifle bütünleştirir, onlara ulusal bir
strateji sunar ve dağınık mücadeleleri birleştirerek onlara liderlik eder.
Bu
bütünlüklü analiz, Gramsci'nin düşünsel mirasının neden hala güncel ve
tartışmalı olduğunu anlamak için sağlam bir zemin sunmaktadır.
8.0
Sonuç: Gramsci'nin Düşünsel Mirası ve Güncelliği
Gramsci'nin
teorik sistemi, modern kapitalist toplumlarda iktidarın nasıl işlediğini ve
nasıl dönüştürülebileceğini açıklayan diyalektik ve bütünlüklü bir çerçeve
sunar. Hegemonya, bütüncül devlet, mevzi savaşı, organik aydın ve Modern Prens
gibi kavramlar, birbirinden yalıtılmış analiz araçları değildir. Aksine, zor/baskı
ve rızanın, yapı ve üst yapının, teori ve pratiğin karmaşık ilişkilerini
anlamak için tasarlanmış, birbiriyle iç içe geçmiş stratejik bir düşünce
sisteminin parçalarıdır. Bu bütünlük, onun düşüncesinin en kalıcı ve güçlü
yönünü oluşturur.
Bu
nedenle, Gramsci'nin mirası, sıkça yapıldığı gibi, salt bir "kültürel
analize" veya devlet iktidarını hedeflemeyen "reformist" bir
sivil toplumculuk stratejisine indirgenemez. Hapishane öncesi militan pratiği,
özellikle de Torino Fabrika Konseyleri deneyimi ve hapishane defterlerindeki
devrimci strateji arayışı, onun düşüncesinin temelinde devrimci bir praksis
felsefesi olduğunu açıkça göstermektedir. Mevzi savaşı, manevra
savaşını (iktidarın ele geçirilmesi) dışlayan bir alternatif değil, ona giden
yolu hazırlayan zorunlu bir aşamadır.
Günümüzde
Gramsci'nin kavramsal araçları, siyasal krizleri, devletin dönüşümünü, sağ “popülist”
hareketlerin kültürel mücadele yoluyla nasıl hegemonya inşa etmeye çalıştığını
ve yeni toplumsal hareketlerin karşı-hegemonya oluşturma potansiyellerini
analiz etmek için hala son derece güçlü bir kaynak sunmaktadır. Hegemonyanın
asla mutlak olmadığını, her zaman kırılganlıklar ve boşluklar barındırdığını
hatırlatması, en karanlık anlarda bile mücadele olanaklarını görmemizi sağlayan
en önemli dersidir. Bu yönüyle Gramsci, 21. yüzyılın siyasal ve toplumsal
mücadeleleri için vazgeçilmez bir devrimci düşünür olmaya devam etmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.